Bizi tanımlayan sıfatların sayısı arttıkça, bizi biz yapan "öz" buharlaşıyor. Modernite, insanı keşfetmedi; onu parçalara ayırıp piyasaya servis edilebilir "yarı-özne"ler icat etti.
Hiçbir çağ, insanı tanımlama konusunda modernite kadar iştahlı olmadı. 18. yüzyıldan beri üzerine etiket yapıştırılmamış tek bir santimetrekaremiz kalmadı: Homo Economicus dediler, Homo Faber dediler, Homo Psychologicus dediler. Bize sürekli ne olduğumuzu anlattılar.
Peki, bu kadar çok tanımın ortasında neden kendimizi bu kadar "tanımsız" ve boşlukta hissediyoruz?
Cevap, modern aklın o soğuk ve cerrahi doğasında gizli: Bu tanımlama enflasyonu, insanı yüceltmek için değil, onu yönetilebilir parçalara ayırmak içindi. Modernite, insanı bütünlüklü bir "töz" (cevher) olarak sevmez. O, işlevsel parçalarına ayrılmış, ölçülebilir ve ikame edilebilir bir "fragman"ı sever.
Karşı karşıya olduğumuz durum basit bir yabancılaşma değil; bu, bir "Ontolojik Hükümsüzlük" halidir. Yani sistemin gözünde, işleviniz bittiği saniye, varlık hükmünüzün düşmesidir.
Yaşamımızı biyolojik bir nehir gibi akıp giden bir süreç sanıyoruz. Oysa modern biyopolitika, hayatı çoktan "İşlevsel Bağımlılık Döngüsü" adını verebileceğimiz üç aşamalı bir idari şemaya hapsetti. Gelin, bu soğuk kurgunun perdesini aralayalım.
I. Kuluçka: Merakın Terbiyesi ve Veri Olanın Zaferi
Yaşam döngüsünün ilk halkası olan okul, sanıldığı gibi bir aydınlanma mabedi değildir. 19. yüzyıl fabrikalarının gürültüsü arasında doğan okulun asıl işlevi, çocuğu korumak değil, zamanı terbiye etmektir.
Bugün eğitim sistemi, çocuğun "kendinde bir değer" olan merakını, "dikkat süresi" denilen endüstriyel bir ölçü birimine indirger. Çocuğun varoluşu, karne notları, gelişim raporları ve uyum testleriyle "bilinebilir" kılındığı sürece meşrudur. Epistemik şiddet tam da burada başlar: Bir çocuk, sisteme veri sunabildiği ölçüde "vardır". Veri olamayan, ölçülemeyen her türlü yetenek, hayal ve töz, sistemin gözünde "yok hükmündedir."
II. Performans Öznesi: Gönüllü Kölelik
İkinci evre, tahakkümün en sinsileştiği yerdir. Descartes’ın "Düşünüyorum, öyleyse varım" ilkesi, vahşi bir mutasyonla "Üretiyorum, öyleyse geçerliyim" normuna dönüşmüştür.
Eskiden sömürü, dışsal bir zorbalıktı. Bugün ise Byung-Chul Han’ın isabetle teşhis ettiği gibi, "kendini sömürme" çağına girdik. Başımızda kırbaçlı efendiler yok; çünkü her birey, performans hedefleri ve kariyer kaygılarıyla kendi kendisinin efendisi ve kölesi haline geldi.
Bu evrede "Töz", yani insanın o saf yaşama kudreti (Conatus), yerini piyasa için bir üretim kapasitesine (Potestas) bırakır. Ancak bu mekanik düzen, yapısal bir körlüğe sahiptir: Makine işlediği sürece vida değerlidir. Ancak vida yalama olduğunda veya motor teklediğinde, sistem "geçmiş olsun" demez; onu "atıl kapasite" olarak işaretler. Bugün "Tükenmişlik Sendromu" (Burn-out) dediğimiz şey, tıbbi bir hastalık değil; bir üretim aracının -yani insanın- işlevsel ömrünü tamamladığına dair teknik bir rapordur.
III. Tasfiye: Bir "Aktüeryal Risk" Olarak Yaşlılık
Ve son perde. Üretim bandından çekildiğiniz, yani emekli olduğunuz an, sistemin gözünde ontolojik bir tasfiye süreci başlar.
Modern devletler ve küresel finans kurumları için yaşlılık, bir bilgelik dönemi değil; yönetilmesi gereken bir "maliyet kalemi"dir. Raporlarda geçen "Yaşlı Bağımlılık Oranı" ifadesi, bu bakışın itirafıdır. Yaşlı birey artık bir yurttaş değil, sosyal güvenlik sisteminin bilançosunu bozan bir "aktüeryal risk"tir.
Sistem, bireye çalışmadığı zamanlarda kim olduğuna dair hiçbir ontolojik zemin sunmamıştır. Bu yüzden, kurumsal kimlik kartı teslim edildiğinde, bireyin "mali ömrü" biter. Biyolojik olarak nefes almaya devam etmeniz, sistemin sizi "kapatılmış bir dosya" olarak görmesine engel değildir.
Sonuç Yerine: İnsanı Kim Soracak?
Bu tablo karamsar görünebilir, ancak yüzleşmek zorundayız. Modernite, bizi epistemik, normatif ve kurumsal olarak parçalayarak yönetilebilir kıldı. Bizi "biz" yapan o bütünlüklü cevheri, yani Töz’ü, piyasanın dişlileri arasında öğüttü.
Geriye, cevaplaması cesaret isteyen o rahatsız edici soru kalıyor:
Modernite bizi işlevlerimize, yetkinliklerimize ve performansımıza indirgedi. Peki, tüm bu "işlevsel" kabukları soyduğumuzda, kurumların ve unvanların ötesinde; gerçekten "kim" olduğumuzu sorabilecek işgal edilmemiş bir benliğimiz kaldı mı?
Yoksa makine durduğunda, biz de duracak mıyız?
https://papers.ssrn.com/sol3/papers.cfm?abstract_id=5816382


FACEBOOK YORUMLAR