ÇOCUK

Şeyma Kelekçi
ABONE OL


Eşinin gözünün içine sevgi ve gururla bakmak isterdi ama bakamadı. Bu kaçıncı dedi içinden bu kaçıncı deneme ve hüsran. Neredeyse tüm servetlerini tüp bebek için harcamışlardı ama bir türlü çocuk sahibi olamamışlardı. Bu öylesine bir istek değildi; hayatlarının amacı haline gelmişti. Eskiden her gün farklı yollardan eve dönen bu ikili şimdi, park olmayan çocuk oynamayan, ıssız sokakları seçiyorlardı… Şu sosyal medya paylaşımları da olmasa diye geçirdi içinden… En iyisi o paylaşımlara bakmamak tümden yok saymaktı.  Çocuklu ailelerle görüşmeyi de kesmişlerdi zaten.

Bir tokat patladı çocuğun yüzünde. Çocuk yere çakıldı. Kadın ‘Bıktım sizden Allah belanızı verse de kurtulsam onun bunun çocukları’ diye bağırdı. Çocuğun canı yanmıştı, ağlamaya başladı. Henüz 3 yaşındaydı; çok korkmuştu. Çocuk ağlayınca kadın daha da sinirlendi. Gözü dönmüştü. Çocuğu kaptığı gibi duvara fırlattı. Büyük bir şiddetle duvara çarpan çocuk, duvardaki resimleri de kendisiyle birlikte yere düşürmüştü. Kadın hızını alamamıştı, çocuğa doğru tam başka bir hamle yapacakken, kapı çaldı. Kopan gümbürtü konu komşunun dikkatini çekmiş yine kapıya dayanmışlardı…

İki kız bir oğlan. Kariyerini onlar için yarıda bırakmıştı. Şimdi dünyadan ve hayattan uzak dört duvar arasına kapanmış yuva dediği bu evde çocukları ve eşiyle birlikte yaşıyordu. Kızlar büyümüş kendilerini toparlayacak hale gelmişti. Biri 7 biri ise 5 yaşındaydı. Oysa Ali daha 6 aylıktı. İnanılmaz gazlı bir çocuktu süt de emmiyordu. Uykusuz gecelere bir de yemek savaşları eklenmişti. Kızların eğitimleri eşinin istekleri de listeye eklenince bu yaşam listesinde kendisine yer kalmıyordu. Ama dedi değer, evlatlarıma, aileme değer…

-Bu koku da ne böyle aman Allah’ım. –Şu giriş katına taşınan Suriyelilerden geliyor. -Bütün apartmanı da sarmış. -Attıracağız zaten onları apartmandan. -Bir görsen evlerini Bizim Hasan efendi görmüş. 20 kişi küçücük evde yaşıyorlarmış, tabi ona yaşamak denirse… 10 tane çocuk var evde, 3 yaşından 10 yaşına kadar… Bir de güzel çocuklar… Üstleri başları yırtık, aç, eğitimsiz, sevgisiz işte onlarınki de öyle bir yaşamak. –Kimi çocuk sahibi olmak ister olamaz kimi de yapar yapar böyle sokağa atar, heba eder. Madem bakamayacaksın o kadar çocuk neyine!

Elindeki tek bir ekmeği masanın ortasına bıraktı. Masada dertlerinden ve ekmekten başka bir şey yoktu. Bir de çocuklarının yaşam sevinci. İyi ki varlar diye düşündü. Bir baba olarak çocuklarına sevgiden başka verecek hiçbir şeyinin olmadığı gerçeği yüreğini parçaladı. Ahmet bu sene ortaokula başlamıştı. Ancak ona ne bir defter ne de bir kalem alabilmişti. Mevsimlik işçiydi; iş olmayınca para da yoktu. Yokluğa doğan çocuklar ise bunu bir kader olarak kabul etmiş, babalarından bir şey istememeyi huy edinmişlerdi. Eşi ekmeğin yanına bir tencere koydu. İçinde musluk suyuyla haşlanmış bir soğan vardı. Çorba diye soğan suyunu içip ekmekle yediler. Çocukların karınları doymamıştı ama gönülleri toktu.

Nerede hata yaptım ben diye düşündü içinden. Varlık içinde yaşarken çocukları sapıtmış saçma sapan arkadaşlar edinmiş, başlarına bin türlü bela açmıştı. Ne isteseler verdim hocam dedi. Hatta onlar istemeden onlar adına düşünüp verdim. Yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarında. Daha fazla ne yapabilirim onlar için bilemiyorum. Psikolog kadının yüzüne ifadesiz bakıyordu. Sanki yüzünün mimikleri onun düşüncelerini ele verecek, herhangi bir kıpırdamada danışanı aklından geçen her şeyi okuyacakmış gibi geliyordu. Kadına çocuklarını çok şımartmışsın, her şeyi verirsen bu çocuklar nasıl ve neyle mutlu olacaklar ah be kadın diyemedi… Bu çok ağır olurdu. Yavaş yavaş alıştıra alıştıra söyleyecekti.  

Son 40 gün dedi. 40 gün içinde 1 milyon 900 bin lira bulunmazsa ölecek. Ne olur yardımcı olun. Valilikten iznimiz de var. Ölmek, yok olmak demekti. Minik bir çocuğun yaşam hakkı elinden alınacaktı para yüzünden. Sırf istenen para toplanamadı diye... Bir minik canın hayatı her şeyden önemli değil miydi? Para üzerinde belirli şekiller ve yazılar olan sıradan bir kağıttı oysaki onun için. Para insanların hayatlarını güzelleştirmek için kullanılan bir araç değil miydi? Bir çocuğun hayatının yanında ne önemi vardı ki, bir kağıt parçasının. Ama önemliydi, o para toplanmazsa minik bebeği hiç büyüyemeyecekti, o hiçbir zaman 5 yaşında olamayacaktı. Ortaokula gidemeyecek, üniversiteden mezun olamayacaktı. Evliliğini göremeyecekti. Koskocaman bir hayat yok olacaktı. Bu nasıl bir sınav Allah’ım diye geçirdi içinden. Minicik bebeğim ellerimden kayıp gidiyor ve ben hiçbir şey yapamıyorum.

Elbiseleri kirden kararmıştı, yırtık pırtıktı. Kim bilir en son ne zaman yıkanmıştı bu çocuk. Acaba şiddet görüyor muydu ya da başka kötü şeyler yaşamış mıydı? Dilenip ev sandığı yere para götürmek zorundaydı. Hayır hayır sus dedi içindeki sese. Susturdu onu. Gözleri masmavi, teni esmer, saçları simsiyahtı çocuğun. Cılız ama bir o kadar da şirindi. Gözlerinin içine baktı. Yalınayaktı yağmurlu ve rüzgarlı bir bahar havasında… İçinden ‘bahar bazı çocuklara hiç uğramıyor, onların ömrü hep kış…’ diye geçirdi. Önünde duran karton kutuya 5 lira attı, içi cızladı. Bu çocuğun diğer çocuklarından ne farkı var diye düşündü. Kocaman bir hiç. Hiçbir farkı yoktu. Çocuk çocuktu işte. Tek suçu farklı bir dilde farklı bir coğrafyada dünyaya gelmesiydi.

21’nci yüzyılda bizim coğrafyamızda yaşanan pek de iç açıcı olmayan çocuk halleri… Tam da Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün bize armağan ettiği 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nda hatırlatmak istedim. Büyüklerin hepsi birer çocuktu ama onların çok azı bunu hatırlar demiş ya Küçük Prens, belki çocukluğunu hatırlayan ve çocukların ne kadar önemli olduğunu bilen birileri çıkar diye…